İstanbul Planlama Ajansı'nın 17 Ağustos'un Çeyrek Asır Ardından Etkinliğine Katıldık
Marmara depreminin 25. yıl dönümünde, İstanbul Planlama Ajansı (İPA), Marmara Belediyeler Birliği ve İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Dairesi Başkanlığı ile birlikte 19 - 20 Ağustos tarihlerinde İPA Kampüs - Florya’da “17 Ağustos'un Çeyrek Asır Ardından" etkinliği düzenledi.
Etkinliğin, “Afet Sonrası İyileşme” adlı oturumunda İstanbul Tabip Odası İstanbul Depremine Yönelik Sağlık Hizmetinin Yapılanması Çalışma Grubu Genel Koordinatörü Dr. Hasan Oğan konuşma yaptı. Dr. Oğan oturumda şunları söyledi:
“Kişisel olarak veya devlet olarak hazırlığınız yoksa ne krizi yönetebilirsiniz ne de iyileşme dönemini yönetebilirsiniz. Biz burada sivil toplum örgütleri, yerel örgütler, gönüllüler olarak bir araya geliyoruz. Bu da kamunun bu konuyu yeterince örgütlememesinden kaynaklanan bir olay. İstanbul depremini konuşuyoruz. Esasında başlık, 1999 depremi ama onu çok konuşmadık. İşte kısmen 2023 Maraş depremini Hatay depremlerini konuşuyoruz ama esas konuşmamız gereken Türkiye’nin depremselliği. Kenardan köşeden değiniyoruz, ‘Türkiye bir deprem ülkesi’ diyoruz ama tekrar oradan hemen özel konumumuza, İstanbul depremine Hatay depremine dönüyoruz. Oysa esasında Türkiye’de depremselliği konuşmak gerek. Bugüne kadar yerbilimciler bu işi çok konuştular. Gerçekten bu konuyu çok iyi anlattılar. Hepimizin kafasına vura vura… Artık toplumun diğer kesimlerinin de bu konuları konuşması gerekiyor çünkü onlar bir olguyu ortaya koydular sonuçları bizi etkiliyor.
İstanbul depremini konuşmak için 1999 depremini ve 2023 Şubat depremlerini çok iyi kavramak gerekiyor. Burada ne oldu, ne bitti? Bize milat olarak sunulan bir depremin arkasından 25 yıl geçmesine rağmen neredeyiz? 25 yıl sonra, teknolojik olarak, alet edevat, iletişim olanaklarımız arttı ama aynı yerdeyiz. Bunu bir kere görmemiz gerekiyor. Neden aynı yerdeyiz? Bunu algılamamız, en ince detaylarına kadar da her iki depremi, özellikle İstanbul depremi açısından, Şubat 2023 depremlerini görmemiz gerekiyor.
Deprem doğal bir olaydır ama sonuçları açısından sosyal, ekonomik ve politik bir olaydır. Sosyal bir olaydır çünkü toplumu derinden sarsıyor. Ve bu sarsıntıyla toplum geriye doğru gidiyor. Ekonomiktir, çünkü Türkiye’de deprem bölgesinde herkesi bir kere sarsıyor, eşitlikçi gibi gözüküyor ama eşitlikçi olduğu kadar da ayrımcılık yapıyor çünkü yoksulları ve dezavantajlı grupları daha fazla eziyor, onları daha da yoksullaştırıyor. Hele pandemi döneminden sonra Şubat depremi karşımıza çıktığında her iki afetin arka arkaya gelmesi sonucunda Türkiye’de yoksulluk hızla başka bir boyuta evirildi. Ama en önemlisi politiktir. Eğer burada depreme karşı yapılması gerekenler yıllar geçmesine rağmen yapılmıyorsa mutlaka bunun arkasında bir sebep aramamız gerekiyor. Bunun sorumlularını aramamız gerekiyor. Siyasi iktidarlar hazırlık çalışmalarına çok fazla önem vermezler. Çünkü hazırlık çalışmaları maddi açıdan pahalıdır ve getirisi yani oy getirisi azdır. Bunu bilirler. Ve siyasi iktidarların, sermayenin depremden beklentileri vardır. Çünkü deprem olduğu zaman yıllarca yapamadıkları şeyler bir anda tanrı tarafından yapılır. Size boş alanlar sunulur ve siz orada yeni bir mülkiyet kavramıyla ortaya bir şekilde yeni bir şehir getirirsiniz. Ve onların beklentisi krizleri fırsata çevirmektir. Ana çerçevesi budur, politikası budur. Biz bunu anlamadıktan sonra, buna karşı çıkmadıktan, bunu görünür kılmadıktan sonra burada hepimiz beraber çalışalım, şunu bunu yapalım birbirimize destek olmanın ötesine gitmek ne yazık ki zordur. Bunları her toplantıda dile getirmedikten sonra çok fazla ilerlememiz mümkün değildir.
Depreme bağlı afet yönetiminde bütün sorumluluk, bütün aşamalarında sorumluluk kamuya, siyasi iktidarlara, hükümetlere aittir. Yani biz gönüllüyüz, istersek katılabiliriz ama onlar bu tür önlemleri almak, yapmak, binaların kentsel dönüşümü ya da başka bir iyileştirmesi, bunları yapmak zorunda, AFAD’ı kurmak zorunda, iyileşme döneminde her tür olanağı sağlık sistemine sağlamak zorunda, ama yaşadıklarımız bu gerçeği bize farklı yansıtıyor. Yani bu afet yönetimi siyasi iktidarlara, devlete, sermayeye bırakılmayacak kadar da önemlidir, çünkü ölenler biziz. Kimsenin de umurunda değiliz. Rakamdan öte hiçbir şey ifade etmez devlet ve sermaye açısından.
Buradan hareketle bizler, STK’lar yerel örgütler ve gönüllüler mutlaka sorumluluk almak zorundayız. Burada toplumsal baskı oluşturmadıktan sonra, iktidara, devlete hükümetlere karşı sivil toplumun gücünü hissettirmedikten sonra hiçbir şey elde edemezsiniz. Herkes söylediğiyle, eleştirisiyle kalır. Bu açıdan mutlak ve mutlak sivil toplum gücünü bir şekilde, demokratik yöntemlerle hissettirmek zorundayız.
Depremlerden sonra şöyle bir bilimsel yaklaşım vardır; deprem sonrasında, afet sonrasında iktidarlar oy kaybeder. Ama bizim toplumda böyle olmadı aksine deprem bölgesinde iktidar biraz daha farklı oldu.
Yerel örgütlenmeler, STK’lar ve gönüllüler ücretsiz iş gücü değildir. Gönüllüler bitmeyen bir enerjidir, bitmeyen bir güçtür ama onları deprem anında ve sonrasında çalışabilecek, bedava, istediğin şekilde yönlendirilebilecek bir güç olarak görmemek gerekir. Onlar insan, onlar bu işi canlarını bir depremzede gibi sunarak yaşıyor. Kamu, yerel örgütlerin önemini kabul etmeli, potansiyel gücünü görmeli, düşüncelerine önem vermeli, onları hayata geçirmesini sağlamalı, en doğru şekilde sürece katmalı bunun için de mutlaka yasal prosedürler uygulamalı. Yani gönüllü iş kazası geçirecekse, yaşamını kaybedecekse bununla ilgili prosedürlerin olması gerekir çünkü gönüllüler olmadan siz bir afet yönetimini yürütemezsiniz.
Hatay’da yıkılan devlet hastanesinde hem sağlık çalışanları hem de onlarca hasta yaşamını kaybetti. Devletin güvencesinde bir sağlık kurumuna sığınıyorsunuz, yıllarca sürüncemede bırakılan dönüşüm gerçekleşmeyince bu oluyor. Antakya Şehir Hastanesi ana binası, deprem anında çökmeyle, elektrik kesintileriyle birlikte ve personelin hızla binayı boşaltmasıyla birlikte yoğun bakımdaki onlarca hasta yaşamını kaybetti. İstanbul’da deprem olduğunda hızla ulaşabileceğimiz aile sağlık merkezlerinin durumları yaptığımız araştırmaya göre yüzde doksanında afet ile ilgili herhangi bir araştırması yapılmadı, bu yönde sağlık müdürlüğü adım atmadı. Zemin katlarda birinci basamak hizmeti veriyoruz. İstanbul açısından diğer önemli bir husus, Hasdal Şehir Hastanesi bir türlü bitmiyor. 2007’den beri başlayan bir hikâye. İstanbul Tıp Fakültesi’nin İkitelli ya da Hasdal’a taşınmasıyla başlayan süreç yılan hikayesine döndü. İstanbul’da şöyle bir tablo var; Cerrahpaşa yıkıldı, çok az bir kadroyla çalışıyor. Havalimanındaki hastane gitti. Şişli Etfal başka bir hastaneye gitti. Hastane zemini kaygan toprak üzerinde deprem anında yıkılacak. Çapa çok az kapasiteyle çalışıyor. Haseki yıkıldı. Bunun gibi onlarca hastanemiz yıkıldı. Kamunun elindeki hemen hemen bütün hastaneler şu anda yıkık vaziyette. Deprem sonrasında kurtardığımız bir hasta “Beni sakın özel hastaneye götürmeyin,” dedi. Eğer şehir merkezindeki hastaneler yıkıldığında kamusal hizmet alamazsanız otomatikman özel hastaneye gitmek zorundasınız.
Sağlık hizmetinde yaşanan sorunlar kapsamında biz İstanbul Tabip Odası olarak bir çalışma grubu oluşturduk. Bu çalışma grubunun amacı, işlevi kesinlikle sağlık hizmeti vermek değil çünkü bu bizim değil bakanlığın işi. Peki biz ne yapacağız; süreci afet yönetiminin tüm aşamalarında hazırlık, kriz, iyileşme döneminde takip etmek. Sorunları tespit etmek, değerlendirmek, sorunları ortaya koymak, çözümler konusunda öneride bulunmak, gerektiğinde tüm aşamalarında koordinasyonu sağlamak ve eğer olanaklarımız da varsa yetmeyen yerlerde sağlık hizmeti çerçevesinde katkıda bulunmak. Çünkü, sağlık hizmeti depremde yok olur ya da hizmet veremez duruma gelirse yıkıma bağlı ölümlerin yanı sıra hızlı ve yeterli sağlık hizmeti alamamaya bağlı ölümler artar. Depreme bağlı ölümleri kader olarak değil cinayet olarak görüyoruz. Depreme karşı önlemler alındığında hiç kimse ölmeyebilir. Siz önlem almıyorsanız ve insanlar ölüyorsa bu bir cinayettir ve sorumluları yargı karşısında hesap vermelidir."